Irk Lekesi

Irk Lekesi

Antropoloji Türkiye’de devlet tarafından önce imal edilmiş, sonra da ihmal edilmiş bilimdir. Bu iddiayı temellendirme yolunda ‘ırk’, bir anahtar kavram olarak işlerliğe sokulabilir.

Bu memlekette antropolojinin tarifi, liselerde ve üniversite hazırlık kitaplarında yakın zamanlara kadar hep ‘ırkbilim’ olarak verilmiştir. Ömrünün neredeyse 40 yılını bu bilim alanında kafa yorup dirsek çürüterek geçirmiş biri olarak bu ‘yanlışlık’taki istikrar karşısında hem hayret hem de hicap duyuyorum! İnsana, kültüre, topluma dair engin bir bilgi alanı olan antropolojinin ‘kurukafacılık’ yahut ‘kafatasçılık’ diye (çoğu zaman alaycı bir şekilde) kapsamının daraltılması, çok ‘içten’ hissettiğim bir entelektüel acı verdi bana hep… Nâçar, bir ‘tohum’ nasıl atılmışsa öyle kalıyor ve doğuştan gelen ‘leke’yi silmek kolay olmuyor. Şairin dediği üzere, lekeyi silmeye gör, leke kalıyor, siz çıkıyorsunuz!..

Türkiye antropolojisinin doğuştan malûl olduğu bu ‘ırk lekesi’, Batı antropolojisinin doğuşuna içkin ‘sömürgecilik lekesi’ne benzetilebilir. Malûm, ama artık aşılmış bir klişe deyişle, antropoloji sömürgeciliğin çocuğudur. Batılı-modern insanın dünyanın geri kalanına yönelik iktisadi, siyasi ve askeri ‘fetih’ harekatının akademik-entelektüel (ve tabii kuramsal) ayağında antropoloji vardır. O yüzden bu erken dönem antropolojisini tanımlamak için, ‘Batı’nın geriye kalanları incelemesi’ (the West studying the Rest) deyişi de kullanılır.

Ancak arada yine de önemli bir fark vardır. Batı antropolojisi bu sömürgecilik yaftası, yükü ve günahıyla yüzleşip hesaplaşma yolunda hayli mesafe kat etmişken (en tipik örnek olarak bkz. Asad 1998 [1973]) Türkiye antropolojisi ırkçılık günahıyla hesaplaşma yolunda henüz en ufak bir girişimde bulunmamıştır.

Türkiye antropolojisinin ırkçılıkla sarmaş-dolaş başlangıcı, dönem koşulları göz önünde bulundurulduğunda aslında çok da anlaşılmaz veya olağandışı bir durum değildir. Çünkü ırkçılık veya daha teknik, steril ve masum ifadelendirilişiyle ‘ırk paradigması’, 20’nci yüzyılın başında kuramsal temellere oturtulmuş bir anlayıştır. O zaman kesitinde modern dünyanın entelektüel, akademik, ideolojik ve politik akışına hâkim olan yaklaşım, (‘difüzyonist’ kuramsal anlayışın da eşliğinde) kültürel, tarihsel, bilimsel, sanatsal ve ruhsal dinamiklerin ‘ırk unsuru’ndan âri ele alınamayacağı şeklindeydi. Diğer deyişle, tarihsel başarı, kültürel yetkinlik, bilimsel yetenek, sanatsal yaratıcılık ve ruhsal kuvvet, bir insan topluluğunun biyolojik altyapısıyla doğrudan ve ‘organik’ ilişki içinde sayılmaktaydı. Bir halkın, etnik grup ya da ‘etni’nin veya toplumun doğal-biyolojik malzemesi (‘cevher’i dense yeridir!), onun kültür ve tarihinin ayrılmaz parçasıydı. Dolayısıyla ırk, kültür ve tarih birbirinden ayrılmaz, ayırt edil(e)mez kategoriler ve bileşenlerdi.

Yirminci yüzyılın başında modern dünyanın politik-ideolojik olduğu kadar akademik-entelektüel iklimine de hâkim olan ırk paradigması, yıkımlarla yüklü bir dizi savaştan sonra sancılı bir şekilde kurulmuş ulus-devlet Türkiye’de de kayıtsız kalınamayacak ‘evrensel’ bir anlayış olarak resmî ilgiye mazhar oldu. Cumhuriyeti kuran bürokratik irade, Türk ulus-devletinin ihtiyaç duyduğu insan malzemesi olan ‘yurttaş’ı ‘üretme’ yolunda kültür ve tarih bilinci var etmeye çalışırken ‘ırk faktörü’nü esas aldı.

Kendisini o güne kadar ‘pozitif’ bir duyguyla ‘Türk’ bilmemiş 10 küsur milyonluk ‘köylü’ nüfusa Türkiye Cumhuriyeti’nin yurttaşlık bilincini kazandırma hedefiyle dil, tarih ve coğrafya bilgisinin ‘bilimsel’ mahiyette verilmesi kaçınılmazdı. ‘Dil ve Tarih-Coğrafya’ Fakültesi bu hayatî gaye doğrultusunda kuruldu. Devlet, ‘millet’ olarak var etmeye çalıştığı insan topluluğuna ‘Türklük’ kimliği ve bilincini yayma yolunda ‘lojistik’ (bilimsel) destek almak amacıyla Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’ni işlerliğe soktu da denilebilir. Türk dili, Türk tarihi ve tarihin ‘vatan’a doğuş verme yolunda ayrılmaz bileşeni (‘Tarih-Coğrafya’) sayılan Türk(iye) coğrafyası, Dil-Tarih’in aslî disipliner bölümlenmesiydi. (O yüzden bu bölümlerin çoğu elemanı, hayli köhne bir kibirle hâlâ tekrarlaya gelirler şu nakaratı: “Dil-tarih-coğrafya, gerisi fasarya”).

Ama bu üçlüye antropolojiyi eklememek olmaz! Türkiye’de antropoloji, Atatürk’ün teşvik, destek ve himayesinde, bir tıp doktoru olan Şevket Aziz Kansu’ya Türklerin ‘ırksal kalite’sinin bilimsel temel ve çerçeveye oturtulması beklentisiyle kurduruldu demek yanlış olmaz. Önce İstanbul’da (‘Türkiye Antropoloji Tedkikat Merkezi’ adı altında) başlayan çalışmalar, Dil-Tarih’in kurulmasıyla birlikte 1935’ten itibaren çok daha cevval şekilde sürdürülmek üzere Ankara’ya taşındı. Bu haliyle antropolojiden anlaşılan, aslında bu bilim dalının ana alt dallarından biri olan fizik antropolojiydi. Konusu tek kelimeyle ‘kültür’ olan sosyal-kültürel antropoloji, yahut etnolojinin henüz esamisi okunmamakta, ‘ırk’ı dert edinmiş fizik antropoloji, ‘antropoloji’den anlaşılana kifayet etmekteydi.

‘Türk ırkı’nın kadim izlerini sürme yolunda Kansu yalnız kalmadı. Atatürk’ün manevi kızı Afet (İnan) Hanım, yine ‘Önder’in teşvikiyle ve tarihle antropolojiyi mezceden bir ‘resmî-akademik’ performansla ona katıldı. 1935 yılında İsviçre’ye gönderilen ve dönemin ırk paradigması temelinde ‘bilimsel’ performans sergileyen en gözde fizik antropologlarından Eugene Pittard’ın danışmanlığında doktorasını yapan Afet Hanım, Türklere dair Avrupa’da o dönemde yaygın (tabii bir o kadar da yanlış) olan ‘ikincil ırk’ (race secondaire) nitelemesinin üstesinden gelmek için kolları sıvamıştı. Bu doğrultuda Anadolu’nun her tarafından 64.000 insanın baş ölçümlerine dayalı doktora tezi, Türkiye Türkleri’ni modern Avrupa’nın göbeğindeki ‘brakisefal’ Alpin ırka intisap ettirerek aslında ‘Batı medeniyeti’nin ırksal harcında Türklerin bulunduğunu işaret edip ‘mesaj’ olarak yaymaktaydı.

Bugünden bakıldığında bir yanlışın (“Türkler ikincil ırktır”) bir başka yanlışla (“Türkler aslî, hatta ‘kök’ ırktır”) bertaraf edilmesi demekten öte bir yorum getirilemeyecek bu girişim, antropolojinin sivil-evrensel olmaktan çok resmî-ideolojik bir ‘millî’ bilim olarak kurumlaşmasında tohumlayıcı etki yapmıştır. İmparatorluğunu kaybetmiş bir ‘devlet erbabı’nın (bürokrasi) bir millet var edip onunla yoluna devam etme çabasında en kritik rollerden birini böylece antropoloji üstlenmiş oluyordu. İşte antropolojinin hâlâ ‘ırkbilim’ olarak tanımlanmasının kökleri bu tarihsel süreçte ve sökülmesi hayli zor biçimde böyle atılmıştır.

1920’li ve 30’lu yıllarda revaçtaki ırk paradigması, şahikasına Alman Nazizmi ve İtalyan Faşizmi’yle vardıktan sonra kan, dehşet ve soykırımın utanç havuzunda boğulunca ırkı ‘nimet’ saymaktan ‘lânet’ saymaya evrilen dünyada, her yerde olduğu gibi Türkiye’de de kredisini kaybetti. Tarihin, kültürün, ruhun bir biyolojik değişken (ki bu bakımdan bile geçerliliği bugün hayli tartışmalı ve sorgulanabilir) olan ırkla hiç mi hiç alakası bulunmadığı rahatlıkla vurgulanır hale gelince tam mânâsıyla bir ‘Türk ırkbilimi’ olarak kurulan antropoloji önce gözden düştü, zaman içerisinde de bilinçli şekilde göz ardı edildi.

Çünkü devletin, farklı toplum ve kültürlerin karşılaştırmalı incelemesi; ‘öteki’ olanı önyargılardan uzak biçimde anlamaya çalışma; nihayet, “farklı olanla değil “farklı olan’ı yaşama” tanımları üzerinden bir antropoloji ihtiyacı yoktu. Tam tersi, böyle bir antropolojinin devlet için riski vardı. O yüzden suyu fazla bulandırmadan, fincancı katırlarını ürkütmeden, 1940’lardan itibaren antropoloji, başlangıçtaki cevvalliğini yitirerek atıllaştı. Şöyle de denebilir: Siyasal bir işlevle Türkiye ikliminde antropolojinin erken gerçekleşmiş doğumu, bu siyasal işlevin kaybı ve toplumsal işlevsellik kazanamaması sonucunda onun bir türlü büyüyemeyen, güdük bir bilim disiplini olmasına yol açtı. En başta söylediğimize gelerek çevrimi tamamlamış olalım: Türkiye’de antropoloji ‘siyaseten’ var edildiği şekilde yine ‘siyaseten’ kaderine terk edildi.

Batı antropolojisi sömürgecilik günahıyla yüzleşip hesaplaşarak hâlihazırdaki dinamik, hümanist, empatik ve ‘öteki’ olanı önceleyen pozisyonunu kazandı. Türkiye antropolojisi de başlangıç sebebi olan ırkçılık günahıyla yüzleşip hesaplaşmayı beceremediği müddetçe bu bilimin esasını oluşturan ‘insanî-evrensel’ soluğu hiçbir zaman kazanamayacak. İşte Hasan Münüsoğlu’nun Türkiye antropolojisinin bu ‘yaralı doğuş’ serüvenine keskin ama aynı ölçüde de olgun bir mercek tutan elinizdeki kitabı, söz konusu ‘ırk lekesi’yle hesaplaşma yolunda ‘içerden’ ve içtenlikli bir ilk girişim olarak ayırt edilebilir.

Bu bir ‘ilk hesaplaşma’, çünkü Türkiye’de akademik antropolojinin pratisyenleri, çatısı altında yer aldıkları bilim disiplininin, daha çok disiplin-dışı mahfillerden gelen ırkçılıkla maluliyet sorgulamasına (bir kaç ismin değerli ama dolaylı değinmeleri dışında) doğrudan girişmek yerine ya kayıtsız kaldılar ya da buna karşı savunmacı tutum takındılar. Hasan Münüsoğlu, izleyen sayfalar okunduğunda anlaşılacağı üzere, bünyesinde yer alıp emek verdiği bilim disiplininin bu sorunlu doğuşuna alabildiğine eleştirel, bir anlamda da ‘özeleştirel’ yaklaşımla eğiliyor. Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nde antropolojinin kurulma ve kurumlaşma sorunlarını irdeleyen çalışma, bu bilim disiplininin kurulsa da bir türlü kurumsallaşamamasının ve bunun nedenlerinin hikâyesi aslında… Münüsoğlu, antropolojinin Türkiye tarihine ilişkin bu detaylı ve dikkatli çalışmasını “Mazi, kalbimde yaradır” deyişini akla getiren bir akış içerisinde gerçekleştirirken “Günahınla sevabınla benimsin sen” imasında bulunmayı da ihmal etmeden sonuçlandırıyor!..

Bu memlekette antropolojiye emek ve gönül vermiş hiç kimsenin Münüsoğlu’nun kitabına ilgiyi esirgememesi, bu ‘arınma ayini’ne iştirakten uzak durmaması gerekir.

Tayfun Atay
Irk Lekesi, Türkiye’de Antropolojinin Kurulma ve Kurumsallaşma Sorunlarına Tarihsel Bir Yaklaşım: DTCF Örneği
Kitabı İncele