Soykırım Çalışmalarında Radikal Kopuş: Aidiyet ve Soykırım
Thomas Kühne’nin kitabı, soykırım çalışmalarında deyim yerindeyse “radikal bir kopuşa” denk düşer. Her “kopuş” gibi ama bir geçmiş hikâyesi vardır. Bu hikâyeye kısaca göz atmakta fayda var. Hikâye, soykırım kavramının ortaya çıkışı ve serüveni ile ilgili. Soykırım nedir ve neyi anlamak gerekir?
Soykırım genel olarak bir yıkım, barbarlık gösterisi ve vahşet olarak anlaşılır. Yıkım sadece insanların kitleler halinde öldürülmeleri ile sınırlı olmayıp, imha edilenlerin yarattığı ekonomik, sosyal ve kültürel değerlerin de yıkımıdır. Bu nedenle, cinayetlerin en büyüğüdür. Ama Lemkin soykırım tanımını ilk tanıttığında, soykırımın bir de “inşa edici” boyutu olduğuna dikkat çekiyordu. Yani yıkıcı ve imha edici boyutu olduğu kadar, “yapıcı” ve “kurucu” bir boyutu da vardı soykırımın…
“Bir toplum kurucusu olarak soykırım”, bu tanım biraz inanması zor gibi duruyor olsa da aslında önemli bir sosyal gerçekliğin altını çizer.
Lemkin soykırımın “kurucu” işlevinden değişik vesilelerle bahseder. Konuya ilk defa, kavramı ilk tanıttığı Axis Rule of Occupied Europe (İşgal Edilmiş Avrupa’da Mihver [kuvvetleri] Yönetimi) kitabında değinir. Söz konusu kitap, 13 Mart 1938 ile 13 Kasım 1942 arasında Nazi işgali altındaki 17 ayrı bölge ve devletin yönetimi ile ilgili 334 kanun, kararname ve yönetmeliğin derlenmesinden oluşuyordu.
Lemkin’in, soykırım kavramını, işkence, zulüm, yakma–yıkma ve toplu katletme gibi tüm soykırımlarda gözlenen barbarlık gösterileri ile birlikte değil, bir takım hukuk metinleri eşliğinde tanıtması çok dikkat çekmedi. Unutuldu gitti. Soykırım, sadece fiziki öldürme ve imha ile ilgili bir tanım olarak bilinir oldu. Oysa Lemkin’in, soykırım kavramını bir dizi kanun ve kararnameler eşliğinde sunması bir tesadüf değildi. Çünkü Naziler, sadece insanları imha etmiyorlar, yeni bir toplum da inşa ediyorlardı. Lemkin, soykırımın “yıkıcılık” ötesinde bir de “kurucu” işlevi olduğunu ve Nazi Kanun ve Kararnamelerin bu inşanın hukuki temellerini oluşturduğunu göstermek istiyordu. Yani yıkım ve inşa aynı sürecin parçaları gibidirler.
Lemkin, soykırım tanımını ilk defa yaparken de bu ikili boyutun altını çizer. Kendi sözleriyle, “Soykırımın iki aşaması vardır: birisi, ezilen grubun ulusal karakteristiklerinin imha edilmesidir; diğeri, ezen ulusun ulusal karakteristiklerinin zorla dayatılmasıdır. Bu dayatma, ya [yaşadığı] topraklar üzerinde kalmasına izin verilerek ezilen gruba, ya da [onlar] uzaklaştırıldıktan ve bölge, ezen ulus mensupları tarafından sömürgeleştirildikten sonra sadece topraklar üzerine yapılır.”[1]
Tanımdan anlaşılacağı üzere, Lemkin “inşayı” daha çok fail toplumun (burada Nazilerin) değerlerinin imha edilen topluluğa veya topraklarına zorla uygulanması anlamında kullanıyordu. Burada topraklardan kasıt, imha edilen grubun asırlardır inşa ettiği kültürel değerlerdir. Böylece Lemkin’in, soykırım tanımının genel çerçevesi hakkında bir bilgi sahibi olmuş oluyoruz. Nazi Almanya’sı örneğinde fail grubun, kanun ve kararnamelerde de ifadesini bulan kendi sosyal ve kültürel değerlerini, ulus-kültür-din grubunu imha ettikten sonra, topraklara ve imha edilmemiş, ayakta kalmış insanlara zorla dayatılması… Yani yeni bir toplum inşa etmesi.
Soykırımın bu “toplum kurucu-inşa edici” misyonu, daha sonra soykırım çalışmalarında eğer unutulmadıysa bile tamamıyla ihmal edildi. Konu, ancak 2000’li yıllarla birlikte, sömürgecilik ve soykırım tartışmaları bağlamında yeniden gündeme gelmeye başladı. Avustralya yerlilerinin imhası konusunda çalışan araştırmacılar, yerlilerin imhasının, göçmen beyazların yeni toplum kurma çabalarının bir parçası olduğunu söyleyerek, soykırımın kurucu misyonuna dikkat çektiler. Patrick Wolfe, ‘Settler colonialism and the elimination of the native’ adlı çalışmasında, konuyu soykırımın negatif ve pozitif boyutları olarak tanımladı. Negatif boyut, yerli toplulukların imha edilmesi idi, Pozitif boyut ise yeni göçmen toplumunun kurulması idi.[2]
Thomas Kühne’nin tezlerini bu arka bilgi ışığında ele almak gerekir. Kühne bir anlamda, soykırımın “kurucu” unsuruna vurgu yapan geleneği devam ettirmektedir. Ama aynı zamanda onu oldukça ileri boyutlara da götürmekte, bir nevi bu gelenekten kopmaktadır. Kühne, konuyu “ulusal-kültürel kimlik inşası” boyutunda ele almaktadır. Ana tezi, Alman olmanın Holakost sayesinde mümkün olduğudur. Yani kolektif kimlik olarak Almanlık, Yahudilerin imhası ile mümkün olabilmiştir. Eğer Wolfe’nin ‘göçmen toplumu kurma’ teziyle kıyaslanırsa, Kühne, ‘göçmen’ tanımının dahi ‘imha’ ile oluştuğunu ve şekillendiğini ileri sürmektedir. ‘Göçmen’ veya ‘Alman’ olmak bu imha ile mümkün olmuştur. Tez bu haliyle, Alman olmayı oldukça negatif bir biçimde tanımlamaktadır.
Kitap, Holakostun Alman kimliğinin inşasında oynadığı rolü anlamaya ve açıklamaya yöneliktir. Kühne’ye göre, “Holokost’a iştirak etmek ve desteklemek, Almanlara belirli bir ulusal aidiyet duygusu vermiştir. Çok iddialı bir tez iler sürer Kühne: “Alman halkı, kendisini Holokost’u gerçekleştirerek keşfetti.” Bu Alman olmayı keşfetme veya Alman kimliğinin inşası sadece “öldürmede ortaklık” ile sınırlı değildir ve daha karmaşık bir süreçte şekillenmiştir. Örneğin kendisine has bir ahlak anlayışı da geliştirilmiştir. Suç işleme birlikteliği ve ırkçı etik, Alman kolektif kimlik inşasının iki önemli ayağıdır.
Kühne Alman kimliğini tanımlayan önemli bir unsurun “suça ortaklık” olduğunu söyler. İnsanları birleştirmenin en iyi yolu, onların birlikte suç işlemelerini sağlamaktır. Kühne, suça ortak olmanın ille de öldürmelere doğrudan katılmak anlamına gelmediğini söyler. Gerçekten, belki de Almanların çok az bir kısmı öldürmelere zevk alarak katılmıştı. Belki çoğunluk sadece susmak veya seyirci kalmakla yetinmişti. Ama önemli olan, tüm toplumun Yahudilere nelerin yapıldığını biliyor olmasıydı. Bu bilgi, ciddi bir vicdani eziklik ve suçluluk duygusu yaratmıştı ve bu duygu Almanların bir arada yaşamasının çimentosunu teşkil ediyordu.
Kühne, Holakost’un bir tek ‘kolektif suç’ yaratmadığını bir de ‘kolektif sorumluluk’ yarattığını söyler. Suç ve sorumluluk ilişkisi nedir ve aralarındaki sınır nasıl çizilir? Kitapta buna ilişkin önemli gözlemler bulacaksınız. Kühne’ye göre, Almanlar kolektif olarak suçlanamazlar belki ama kolektif olarak cinayetlerden sorumlu oldukları tartışma götürmez. Bu bağlamda Nürnberg yargılanmalarının dikkatten kaçan bir boyutuna dikkat çeker. Yargılamalar bireylere yöneliktir. Ve bireyleri yargılamakla sınırlı cezai önlemler, kolektif suç ve sorumluluktan kaçmak isteyenlere büyük bir fırsat vermektedir. Toplum, “biz değildik, onlardı ve zaten cezalarını da gördüler” tezinin arkasına saklanmakta ve vicdanını temizlemektedir. Kühne için bu toplumsal sorumluluktan kaçışın bir yoludur.
Kühne, suçluluk ve sorumluluk duygularından kurtulmanın bir diğer yolunun “mağdurları oynamak” olduğunu söyler. Aslında fail gruplarının tümünde görülen bir eğilimdir bu. Toplu cinayetlerden sonra, “ne yapabilirdik ki, biz de korkuyorduk, savaşta biz de evlerimizi insanlarımızı kaybettik, biz de acı çektik”, gibi argümanlar sıkça duyulur. Kühne, mağduriyet tezlerinin, derin bir suçluluk ve sorumluluk duygusunun dışa vurumu olduğu kanaatindedir. Toplum karşı karşıya kaldığı büyük suçlamanın vicdani ezikliği altında ezilmekte ve kendisini bundan kurtarabilmek için yollar aramaktadır. Ortak vicdani eziklik, birliktelik duygusu-aidiyet hissi yaratmaya hizmet etmektedir.
Kühne’nin kitabı bir tek Holakost ile sınırlı değildir. Şiddetin Alman kimliğini oluşturmadaki pozitif fonksiyonunu tarihi arka planı ile birlikte ele alır. Birinci Dünya Savaşı deneylerine bakarak, şiddetin insani ilişkilerde hangi duyguları harekete geçirerek aidiyet duygusu yarattığını örnekleriyle anlatır. Savaş ve savaşta aynı cephede yer almak, ölüm dâhil her şeyi paylaşmak insanlar arasında kuvvetli dayanışma duygusu yaratmaktadır. Bu süreçte yer almamak, ortaklıktan dostluktan dışlanmaktır. Hain olmak, alay edilmek veya dışlanmak istemiyorsan savaşa ve öldürmeye katılmak zorundasındır.
Kühne’nin, Holakost’un Alman olmayı mümkün kıldığı tezi oldukça karamsar bir tez olarak kabul edilebilir. Çünkü böylesine “yıkıcı” bir temele dayanan bir kolektif kimliğin ne denli pozitif bir gelecek kurabileceği ciddi bir tartışma konusudur. Tezlerin radikalliği konusundaki kanaatimiz ne olursa olsun, Kühne’nin tezleri, soykırım sonrası oluşmuş toplumlara son derece kuşkulu yaklaşmamız gerektiğini bize hatırlatmaktadır.
Kitap her ne kadar Alman kimliği, Holakost’un Alman kimliğini inşadaki pozitif rolü üzerine kurulmuşsa da ileri sürülen tezler tüm diğer kitlesel katliamları ve bu katliamlar sonrası kurulan toplumları anlamamıza yarayacak anahtar tezler iler sürmektedir. Örneğin, nasıl bugünkü Almanya Holakost üzerine kurulmuş ve Holakost Alman kimliğini yaratmışsa, Ermeni soykırımının da Türk kimliğinin inşasında benzeri bir rol oynadığını rahatlıkla ileri sürebiliriz. Bu nedenle, elinizdeki çalışmanın Türk kimliğinin inşasını anlamamıza büyük yardımı olacağını söylemeye gerek bile yoktur.
Son bir söz de bir teşekkür. Thomas Kühne’nin bu değerli çalışmasını Türkçe’ye kazandırdıkları için Ümit Kurt, Arlet İncidüzen ve Heretik Yayınevine teşekkür etmeyi bir borç bilirim.
Taner Akçam
Aidiyet ve Soykırım: Hitler Toplumu, 1918-1945
Takdim Metni
Kitabı İncele
Kaynakça
[1] Rafael Lemkin, Axis Rule in Occupied Europe, (Washington: Carnegie Endowment, 1944), 79
[2] Patrick Wolfe, ‘Settler colonialism and the elimination of the native’, Journal of Genocide Research, 8:4, (2006): 388.