Birey Nasıl Ölür?
Öznenin inşasında pek çok faktör devreye giriyor. Aile ile başlayan kurumsal biçimleme okul, ordu, iş yaşamı ile birlikte özneyi kendiliğinden koparırken sonuç itaatkâr bedenler olarak karşımıza çıkıyor. Kurumların gözetiminde birey bir deney nesnesi gibi çeşitli disiplin ve ceza yöntemleriyle biçimleniyor.
Öznenin kendi istekleri, ahşap bir malzemenin sandalyeye dönüşmesi gibi kesilip, biçiliyor, içsel yanıyla kurduğu ilişki ve arzuları törpüleniyor. Bu günlerde sıkça tartıştığımız eğitim konusu da bununla yakından ilişkili aslında. Otoriteler eğitim sistemine yaptıkları müdahaleler ile kendilerine boyun eğen, içinde bulunduğu durumu sorgulamayan özneler yetiştirmeyi amaçlıyorlar. Böylece birey kendisinden uzaklaşırken topluma ve sisteme uyumlu bir robot formuna bürünüyor.
“Küçük Ses”
Bahsettiğimiz bu konu sadece siyasetin veya felsefenin konusu değil, edebiyat metinlerinde de uyumsuz bireylere, “farklı” olarak kurulanın “normalleştirilme” süreçlerini işleyen kitaplara oldukça sık rastlıyoruz. Konuya dair bir metin de geçtiğimiz aylarda Heretik yayıncılık tarafından, Duygu Toprak çevirisi ile basılan, Joss Sheldon’ın “Küçük Ses” adlı kitabı. Sheldon, bir çocuğun aileden başlayarak toplumsal yaşama ve sisteme uyumlandırılma aşamalarını ayrıntılarıyla betimliyor anlatı boyunca.
Okuldaki ve ailedeki disiplin mekanizmalarını ve tüm bunların birey üzerinde yol açtığı tahribatı eleştirel bir dil ile kitabının alt metnine yerleştiriyor. Kitap eğitim-öğretim konusunun çok tartışıldığı bugünlerde konuyu dert eden okura zamanlama olarak da uygun bir dönemde sesleniyor.
Yew ve Egot
Kitabın başkarakteri Yew ilkokul sıralarından bir çocuk. Arkadaşlarına göre hayal dünyası gelişmiş, uyumsuz olarak tanımlayabileceğimiz bir karakter. Yew’in kendi içerisinde yarattığı bir arkadaşı var Egot. Egot Yew’i istemediği şeyleri yapmaması gerektiği konusunda uyaran, ona itaat etmenin kötü bir şey olduğunu hatırlatan bir iç ses. Yew ne zaman bir baskıyla karşılaşsa, Egot’un seslenmesiyle bir yaramazlığın içerisinde buluyor kendisini.
Böylece Yew ne annesinin “onaylamayacağım bir şey yapma” sözünü dinliyor ne de öğretmenlerini. Çünkü şöyle hissediyor; “Sorunlarım duygusal seviyedeydi. Hissediyordum. Adım adım beynimizi yıkayan müfredat yüzünden kapana kısılmış hissediyordum. O boğucu sınıfta kendimi esir olmuş hissediyordum. Herkesle aynı üniformayı giyip genel bir takım okul kurallarına uyarak bireyselliğimi kaybetmekte olduğumu hissediyordum.”
Yew bu hislerle ve içinde yarattığı Egot ile bir yığın yaramazlığa imza atıyor. Aslında çocukluğun gereği olan ancak okul ve aile tarafından “suç” olarak adlandırılan pek çok “sorun” ortaya çıkarıyor. Yaptığı her yaramazlık ceza olarak dönüyor. Ailesinin ve öğretmenlerinin baskısıyla ve hissettiği derin korku duygusuyla en sonunda “uslu” çocuk olmaya karar veriyor.
İçindeki Egot’u öldürüyor ve herkes gibi sisteme ve topluma uyumlu bir birey olmanın çabasını veriyor, bir “suç” işlediğinde cezalandırılmayı kendisi istiyor, onun deyimiyle “asimile olmaya” başlıyor.
Öğretmenlerinin anlattığı kahramanlık öykülerini, tarih derslerini hiç sorgulamadan alıp zihnine yerleştiriyor ancak bir daha ne özgür ne de mutlu hissediyor. Sheldon’ın anlatısında Yew’in içsesi olarak tanımlayabileceğimiz Egot’un ölümü bir bireyin kendiliğinin ölümünü simgeliyor bana kalırsa. Yew artık herkesin istediği “normallikte” kurgulanmış, inşa edilmiş bir bireyliğin temsili olarak çıkıyor karşımıza.
İtaatkar Bir Bedene Dönüşmek
Yew’in içsesi olan Egot’u öldürmesi rüyalarının da ölmesi anlamına geliyor. Artık hayalleri yok, öğretmenleri ve ailesi ne isterse onu yapıyor. Onların isteğiyle üniversiteye gidiyor istemediği bir bölüm okuyor. İtaatkârlığını sonraki yaşamında patronuna, devlete, kendisinden güç bakımından üstün olan herkese gösteriyor. Kendilik kaygısından uzaklaştıkça uzaklaşıyor. Yew, böylece dünyadaki pek çok inşa edilmiş öznenin temsili hâline geliyor.
Yaşama ve dünyaya karşı kayıtsızlaşıyor, duyguları eksiliyor, inancını kaybediyor, kendisine sunulan hayatı, otoritelerin isteğine göre yaşayıp giderken edilgen bir nihilizmin içerisine hapsoluyor. Çünkü “uslu” bir çocuk olmak yaşamdaki tüm diğer otoritelere itaatkâr olmak, sisteme boyun eğmek ve topluma uyumlu olmak anlamını taşıyor. Bu da bir anlamda Foucault’nun o meşhur cümlesinde söylediği duruma karşılık geliyor “ insanın deniz kenarında kuma çizilmiş suretler gibi silinmesi” yani ölümü.
“Kendiliği” Tekrar Bulmak Mümkün mü?
Sheldon’ın anlatısının sonraki bölümünde Yew’in kendisine dair sorgulamalarına tanıklık ediyoruz. Neden itaat ettiğini, neden bu kadar mutsuz olduğunun hep farkında olan ancak bununla yüzleşemeyen karakterimiz bir süre sonra tekrar kendiliğini bulma çabasına girişiyor. Antikapitalist eylemlere katılıyor, sokaklarda polisle çatışıyor, sistemin binalarına attığı her taş ile özgürleştiğini hissediyor ancak yeterli olmuyor bir süre sonra tekrar boşluğa düşüyor. Başka yöntemler de deniyor. En sonunda kendisini doğada tekrar bulsa da hiçbir zaman çocukluğunda hissettiği özgürlüğün tadını ve mutluluğunu alamıyor. Demek ki insanın içi bir kere ölünce, onu diriltmenin yolu yok diye düşünüyorsunuz. Ve bir kere daha kendinizle, toplumsal normlarla, sistemle ve kurgulanmış kendiliğinizle yüzleşiyorsunuz.
“Uslandırma” Bireyin Ölümü
Joss Sheldon’ın “Küçük Ses” adlı kitabı, başta da belirttiğimiz gibi; eğitim kurumlarının, sınavların, küçücük bedenleri deney malzemesine çeviren sistemin çok tartışıldığı bir dönemde önümüzü görmemize yardım ediyor. Bir çocuğu ‘uslandırma’nın onun hayal gücünün, iç dünyasının ve özneliğinin ölümü olduğunu hatırlatıyor. Elbette bu kurumların içerisinde de çatlaklar açacak, müfredata itaat etmeyecek eğitimciler olacaktır ancak sanırım daha farklı çabalar da gerekiyor.
Özetle, Sheldon’ın anlatısı konunun ne kadar önemli olduğunu anımsamak isteyen okur için tam da bugünlerde okunması gereken metinlerden.
Emek Erez, Birey Nasıl Ölür?, Gazete Duvar, 21 Eylül 2017
Joss Sheldon, Küçük Ses